Civan Canova deyince akla ilk olarak sahne geliyor ama Canova oyun da yazıyor, resim de yapıyor. Üç yılda ikinci kişisel sergisini açtı bile. Yaptığı her işi aşkla yapan bir sanatçı Civan Canova… Ve günümüzün gerekliliklerinden uzak bir hayat yaşama çabasında; göz önünde olmayı sevmiyor, tanınmaktan keyif almıyor sadece işini yapmak istiyor.
Civan Canova’nın resim sergisini gezdiğimde bazı yerlerde gülümsedim, bazı yerlerde gözlerim doldu. Canova’nın ve Türkiye‘nin biyografisi gibiydi yaptığı resimler… AKM’ye henüz yıkım kararının çıkmadığı yıllar… Yılmaz Güney Çiçek Pasaj’ında bir sandalye oturuyor, Yaşar Kemal dostlarıyla beraber… İnsanın uzun uzun bakmak isteyeceği resimler çizmiş Canova. Ve sorularımı da tekrar tekrar okuma isteği doğuracak şekilde yanıtlıyor.
Hem tiyatro sanatçısısınız, hem ekranlardasınız, hem tiyatro oyunu yazıyorsunuz, hem şiir yazıyorsunuz hem resim yapıyorsunuz. Sanatın neredeyse her dalındasınız, tüm bunları aynı anda yapmak zor olmuyor mu?
Tam tersi hayatımı kolaylaştırıyor. Son üç yıldır ağırlıklı olarak resim yapıyorum. Yazlıkta salonun ortasına kuruyorum tezgâhımı, resim bitene kadar salon çöp eve dönüyor. Yerde boyalar, bezler, duvarlarda lekeler… Sanki bir gece önce parti vermişim de ev birbirine girmiş gibi. Resim bittiğindeyse topluyorum etrafı, salonu temizliyorum, bir huzur geliyor kısa süreli. Sonra iki güne kalmadan gene kaşınmaya başlıyorum. Tuvalimi, boyalarımı alıp tekrar yayılıyorum salona. Ve genelde şöyle düşünüyorum; resim yapmasaydım hayat nasıl geçerdi acaba? Bunu uzun süre bir rol oynamadığım ya da yazı yazmadığım zamanlar da düşünüyorum. Özlüyorum uğraşlarımı. Onlar benim hayattan haz almamı sağlıyor. Bu kaosun içeresinde savrulup gitmemi önlüyorlar.
Olmaz da, oldu ya bunlardan sadece birini yapmak zorunda kalsanız, hangisini tercih ederdiniz?
Şu an benim hobim ve panzehirim resim yapmak. Üç yıl önce sorsaydınız oyun yazmak derdim. Ben bütün yaptığım işleri hobi olarak gördüm. Oyun yazarıyım diye çıkmadım ortalara. Ressamım diyemedim hiçbir zaman. Tevazudan prim yapıyor demeyin sakın, vallahi öyle. Ama hayatım boyunca oyunculuğu ayrı bir yere koydum. Çocukluk hayallerimdi. Gençlik yıllarımın hedefi ‘oyunculuk’, ütopyası ise ‘iyi oyunculuktu’. Doğal olmayı, içselleştirmeyi size yıllar öğretiyor. Yaşanmışlıklar doğru duyguyu bulmanıza yardımcı oluyor. Şimdiye kadar en çok oyunculuğu sorguladım. Hala da sorguluyorum. Bir resim ya da yazdığınız bir oyunla ister istemez ayrılıyor yollarınız bir süre sonra. Resim de oyun da kendi macerasına koşuyor. Ama oyunculuk öyle değil. Hobinin çok çok ötesinde. Her an yanı başınızda, ben buradayım diyor. Oyun yazmak, becerebildiğim kadar, oyunculuğumu da besledi. Oyunculuğum da resimlerimi besledi. Ben gene oyunculuğu seçeyim de sahne aralarında resim de yaparım.
Resimlerde görmeyi çok özlediğimiz yüzler vardı; Yılmaz Güney, Yaşar Kemal, Zeki Müren bunlardan bazıları… Ve bu isimleri hep kalabalık ortamlarda resmetmişsiniz ama kendinizi çizdiğiniz resimler de çoğunlukla tek başınasınız. Bu biraz kendi yalnızlığınızı mı özetlemek?
Bazı şeyleri düşünmeden yaparız ya, öyle çizdim hep kendimi. Yalnızlığı hissetsem bile o niyetle oturmadım tuvalin başına. Planlamadan, düşünmeden, sadece içimden geldiği için kendimi yalnız çizmişim. Aksi olsaydı, “Dur ben bir resim yapayım da kendi yalnızlığımı anlatayım” diye yola çıksaydım, mesaj verme derdine düşerdim. Oysa benim resimlerimde mesaj yok, sadece ‘an’ lar ve duygular var. Onların yorumu gözlemciye ait. Siz bir gözlemci olarak böyle yorumlayınca birden kulağıma hoş geldi. Ben planlamadım ama yorum doğru sanırım. Zaten güzel olan da bu bence; tasarlamadan hissettirebilmek.
Kendinizi anlattığınız bir internet siteniz var. Ama bu site çoğu insanın sitesinden farklı. Neredeyse roman gibi anlatmışsınız hayatını ve çekinmeden yazmışsınız… Hatta o dönemki eşinize, sizin için ‘biliyor musun bu alkolik’ diyen arkadaşınızı bile yazmışsınız. Sanat dünyasında bu kadar yalın ve açık zor olmak değil mi?
Zor, çok zor. Hele kişilerin sadece başka kişilerden söz ettiği ve bundan nemalandığı bir dünyada yaşarken daha da zor. Ben yazmaya başladığım sıralarda kendimle en çok tartıştığım mesele ‘dürüstlük’ idi. Hatta şimdi siz sorunca aklıma düştü baktım, şöyle yazmışım sitemde yıllar önce:
“… Mademki kıyısından da olsa yazarlığa soyunmuş bulunuyorum, dürüst olmak zorundayım. Bunu tam olarak beceremesem bile, en azından zorlamalıyım kişisel sınırlarımı. (Hay aksi ya. Ben bu konuyu ta ilk başta, aktörlüğe başlarken düşünmeliydim 🙁 2 yüzlü 1 aktör olmak da, 2 yüzlü 1 yazar olmak kadar kötü ve tehlikeli bi şey aslında.”
Sayısız pişmanlıklar yaşasam da, kendi vicdanımla baş başa kaldığım zamanla, yüz kızartacak herhangi bir şey yaşamadığımı hissediyorum. Geçmişte yaşadıklarımı ve duygularımı anlattığın takriben 800 sayfalık bir Word dosyam var. On beş yıl önce bitirdim ve bitirdiğimden beri hiç açıp okumadım. Bütün dürüstlüğümle, yalınlığımla kendimi anlattım. Niyetim bugünlerde, yani on beş yıl sonra açıp baştan sona okumaktı. Bu yaşımdayken, o yıllardaki ‘Ben’i, onun hayata bakışını, duygularını, tepkilerini bir yabancıyı değerlendirir gibi değerlendirecektim. Bu nedenle arada çok istesem de hiç on beş yıl boyunca hiç açmadım. Hatta bir ara açmadan çöpe atmayı bile düşündüm ama anılarımı öldürmek gibi geldi, kıyamadım. Diyeceğim, aslında amaç kendimizi tanımak. Ve bu durumda olabildiğince net olmak, açık olmak lazım. Bu nedenle kişisel yargılar pek ilgilendirmiyor beni. Ben açık ve net olmasam, yazdıklarım, çizdiklerim de açık ve net olmaz. Zorlama olur. Kitabi olur. Didaktik olur. Ama benden bir parça olmaz.
Verdiğiniz röportajlarda, yazılarınızda babanıza olan sevginizin derinliği hemen anlaşılıyor. Bu yolu seçmeniz de babanızın etkisi oldu mu ve babanızı kaybetmenizin sanatınıza bir etkisi oldu mu?
Seçtiğim yollarda elbette babamın çok büyük etkisi oldu. Beni sanatla, bu büyülü dünya ile babam tanıştırdı. İlk oyunculuk eğitimimi – her ne kadar oyuncu olmamı başta istemese de – babam verdi. Bizim zamanımızın konservatuvarında hoca öğrenci ilişkileri çok güzeldi. Hem arkadaşlık hem saygı vardı. Bizlere eğitim veren bazı sanatçı ağabeylerimiz benden yedi – sekiz yaş büyüktü. Şimdi olduğu gibi o zaman da çok saygı duyardım onlara. Babamla ise aramızda kırk yaş vardı. Hepsinden daha deneyimli idi. Ve korkardım onun dersinde sahneye çıkmaya. Ne yapsam beğendiremeyeceğimi düşünür, kasılırdım. Oysa evde çok yumuşak, anlayışlı bir babaydı. Derste de öyle. Otoriter ama çok yumuşak ve sevecendi. Gene de çekinirdim ben. Babam bile olsa, benden önce yetişmiş bütün ustalarıma hocalık etmiş birinin karşısında rol yapmaya korkardım. Neyse… Aradan yıllar geçti, babam uçtu gitti, ben neredeyse onun olgunluk çağına ulaştım. Kendimce bir şeyler ürettim. Bazen babam da keşke bu günlerimi görseydi diye geçer aklımdan. Başarılarla övünmesi değil konu. Sağlığında Ankara’ yı telefonla arayıp, yaptığım haylazlıkları perdelemek için abartılmış başarılarımdan söz ettiğimde şöyle derdi rahmetli; “Başarı görecedir oğlum, önemli olan doğru insan olmak”. Başarı dediğimiz şey belli bir zamana sıkışmıştır. Oysa hayat devam eder. Babamı düşündüğümde hüzün kaplar içimi. Otobüs sıralarında, kuyruklarda bekleyip tiyatro derslerine, provalara giden, kısıtlı maaşıyla çocuklarını en iyi okullarda okutan, onları hiç bir şeye özendirmeyen, beklentisiz, çıkarsız, cefakar, mesleğine âşık bir tiyatro adamını daha hak ettiği biçimde yaşatırdım der, gözlerimi doldurur, bu dünyadan geçtiği ve geçerken beni bıraktığı, gitmeden önce de sayısız değer ve armağanlarla donattığı için şükreder, minnet duygularıyla ruhunu yâd ederim.
Resme yolculuğunuz nasıl başladı? Kaç tablonuz var? Sergilerinize gelen insanlardan aldığınız tepkiler nasıl oldu?
Sevdiğim ilk tablomu 15 Kasım 2014’de bitirmişim. 250. Tablomu bu sabah bitirdim. Ayda kaç resim eder hesaplayın artık. Bunları ‘boş’ diye tabir edilen zamanlarda yaptım. Yoğun bir biçimde dizi çekiyorduk ve çekim olmadığı zamanlarda resim yapmak dinlendiriyordu beni. Giderek benimsemeye başladım. Gençliğimden beri çekinirdim, yaptığım resimleri arkadaşlarıma göstermeye. Yeterli olmadığını, hatta alay konusu olacağını düşünürdüm. Üç yıl kadar önce, sevdiğim dediğim ilk bir iki resmi, cesaretimi toplayarak, sosyal medyada, dostlarımla paylaştığımda tepkilerin hiç de sandığım gibi olmadığını gördüm. Bu durum daha da şevk verdi bana. Geçmişte hangi durumları hayal etmek bana haz veriyorsa o hayalleri boyamaya çalıştım. Çünkü onlar tanışalım ya da tanışmayalım, benimle aynı geçmişi paylaşan çoğu insanın hayalini kurmaktan haz duyacağı durumlardı. Sözgelimi eski Ankara, Konservatuvar, Gençlik Parkı, Büyük Sinema ve tabi o zamanki insan ilişkileri. Her resimde çeşitli kompozisyonlar oluşturmaya çalıştım. En küçük detayına kadar büyük bir zevkle kafa yordum. Bazen bitti diye kaldırdığım bir resimde küçük bir ayrıntıyı fark edip yeniden boyadım. Bütün bunlardaki amaç öncesinde kendimi, sonra da aynı zaman dilimlerini paylaştığım insanları mutlu etmekti. Sanırım bu zorlamasızlık ve sadelik de hoşuna gitti izleyenlerin. Empati kurdular. İki sergi açtım şimdiye kadar. Olumsuz tepki almadım diyebilirim. Kendi tarzımda tabi.
Oyuncu Ayten Uncuoğlu “Büyük kavgaların içinde olmayı hiç sevmedi” demiş sizin için. Bu yüzden mi bunca başarılı olmanıza karşın göz önünde olmak istememeniz?
Bana benzer bir şeyi gazeteci bir arkadaşım daha söylemişti. “Kurtarıcınız ben değilim bana bakmayın, der gibi bir halin var”, demişti. Mesela resim yapmak, boyaları karıştırmak, yaptığımı beğenmemek, tuvalle kavga etmek, yeniden yapmak, kendi yeterliliğim hakkında kuşkularımın, tedirginliklerimin olması, içimde yaşadığım “büyük kavga” dır benim için. Yazı yazmak, rol çalışmak da öyle. O babamın sözünü ettiği “görece başarı “ için, yani ne bileyim; şan, şöhret, itibar, makam için koşturmaksa “Küçük kavgalar” dır. Yani Ayten’ in “Büyük Kavgalar” diye hicvettiği durumlar, it dalaşından farksızdır bizim gibiler için. Ayten’ ciğim de öyle. Hiç bir zaman “Ben buradayım” demedi. Hep keşfedilmeyi bekledi. Gerek teori insanı olarak gerekse oyunculuk yaşamı boyunca “Büyük Kavgalar” ın içinde olsaydı çok farklı yerlerde de olabilirdi ama sakin yollarda, bildiği ve istediği gibi yürümeyi tercih etti. Mesela sokakta yürürken tanınmak benim en son isteyeceğim bir şeydi. Ama yapılan işler bu sonucu getiriyor kaçınılmaz olarak. Ödül törenlerini sevmem mesela. Galaları sevmem. Pek gitmem de. Sahne dışında ilgi sevmiyorum açıkçası. Ve de bunun bir dengesi olduğunun da farkındayım maalesef. Göz önünde olmak gerekiyor bir yerde. Ama gençlikten kalma alışkanlık mıdır, huy mudur, bilemiyorum. Yaptığım işleri abartısız, sessiz sedasız yapmak daha mutlu ediyor beni. Eskiden sadece oyunlarım oynanmadı mı üzülürdüm. Şimdi onu da düşünmüyorum. Ben mutluyum kendi dünyamda. Herkes var zaten burada. Bütün sevdiklerim, seçtiklerim. ‘Makam’ lardan da çekindim mesela oldum olası. Çünkü kalifiyelerin yansıra her tür cinliği, çıkarı, yetersizliği, ihtirası, kindarlığı makamlarla maskeleyen ‘makam’ sahipleri ile karşılaştım hayatım boyunca. Kendi kavgalarım yetti bana. Ha, bir de büyük idealler uğruna verilen büyük kavgalar var tabi ama onlar da her baba yiğidin harcı olmadığı halde herkes “büyük idealist” maskesiyle dolaştığından, korkutuyor beni. Ayrıca, ruhunuzda varsa, bir resim detayında ya da bir oyun repliğinde de yakalatırsınız istediğiniz fikri, önemsediğiniz ideali. Yakalayan da ya benimser ya tartışır kafasında. Keyif onunJ Ne kadar “büyük kavgacı” olabileceğimi gördünüz işte. Konuyu döndürüp dolaştırıp önemsediğim kavgalara getirdim.
Çok uzun yıllardır sanat dünyasının içinde/ sanatın her hali içindesiniz. Gerçekten çok özgür sanat yapıldığı yıllar oldu mu? Yoksa her dönem/ zaman zaman politik baskılardan geçildi mi?
Özgür sanat her şartta filizlenir. Politik baskılar gelir, geçer. Ayrıca baskı kamçılar üreten insanı. Yaratıcılığını geliştirir. Önemli olan ve üreteni körelten politikanın dışındaki mahalle baskılarıdır. Sanatın, sanatçının filizlenmesini, gelişmesini önleyen odur bence. Sorgulamayı sevmez mahalle. Kendi içine kapanık yaşamayı tercih eder. Bunu değiştirecek şey sanattır, eğitimdir. Bunlar bildiğiniz gibi oldukça uzun konular. Biraz deşecek olursak köy enstitülerinin kapatılması ve nedenlerine kadar gider. Çoğu Anadolu şehrinde her oyunu oynayamazsınız. Valilik onaylar, bürokratik engeller aşılsa, insanları eğlendiren, güldüren, ‘açık saçık’ olmayan, fazla sorgulatmayan oyunlar oynayabilirsiniz. Ben Devlet tiyatroları bünyesinde görev yaptım. Bu nedenle pek sorun yaşamadım. Kars, Van, Muş, Bingöl, Hakkâri, Kayseri, Malatya, Nevşehir’ i kapsayan ve bir ay süren turneler yaptık. Zaten gittiğimiz şehirlerde birer gün kalıyorduk. Salonun yarısını protokol dolduruyor ve pek memnun ayrılıyorlardı. İzlemek isteyen halksa dışarda kalıyordu genellikle. Ama bir de özel tiyatrolardaki meslektaşlara sorun, örneğin Rutkay beye, ya da Altan arkadaşıma. Kaç kez gözaltına alındılar, oyunları kalktı. Hiç korkulmayacak bir şeyi, sanatı her zaman öcü yaptı idareciler. Şu an o idareciler nerelerde bilinmez ama sanatçılar hala sahnede savaş veriyor. Bir de bütün bu kapalılıkla alay edercesine mahalle değerlerini, örfleri, adetleri, taassubu allak bulak eden televizyon programları var ki sanatın ve eğitimin başaramadığını olumsuz bir biçimde başarıyor. Etkiliyor ve dejenere bir toplum yetiştiriyor. Belki yaptığım resimler çok mutlu ama içim bu konularda oldukça çaresiz ve umutsuz.
(Civan Canova’nın Hayalden Tuvale adlı sergisini 2 Kasım’a arasında Bitiyatro’da ziyaret edebilirsiniz.)
Röportaj Link : https://www.cnnturk.com/kultur-sanat/civan-canova-ikinci-resim-sergisini-acti-belki-yaptigim-resimler-cok-mutlu-ama?utm_content=buffer5c31e&utm_medium=social&utm_source=twitter.com&utm_campaign=buffer