3 Haziran 2012 tarihinde BA tarafından yazılmış bir yorum yazısı
Kiracı Olmanın Dayanılmaz Ağırlığı…
Tiyatroya dair düşündüğüm zamanlarda kişisel olarak kullandığım bir sınıflandırma sistemim var. Bu sisteme göre oyunlar üçe ayrılıyor: “Metinsel” oyunlar, “oyuncu” oyunları ve “yönetmen” oyunları. Metinsel oyunlar daha çok hikaye ve dilin ön plana çıktığı oyunlardır –ki sıklıkla geleneğe ve gerçekçiliğe yakın metinlerin sahnelenmesinde rastlanırlar. Oyuncu oyunları ise sahnedeki tiyatrocuların kişisel performanslarının dikkat çektiği oyunlardır. Bu tür oyunlarda başarı sahnedeki insanın devleşmesine bağlıdır. Son grupta olan yönetmen oyunları ise daha bütünlükçü bir başarının altını çizer ve sahnelemedeki detaylarla yorumun kalitesini yansıtır. Elbette bu sınıflandırma keskin sınırlardan oluşmuyor. Baskın çıkan eğilime yönelik ve geçişli bir sınıflandırma olduğunu söylemeliyim.
İKSV Tiyatro Festivali kapsamında seyrettiğim Eugéne Ionesco’nun Yeni Kiracı’sı işte bu üçüncü gruba giriyor. Türkiye’de ilk defa sahnelenen bu metin oldukça esnek bir kurguya sahip. Evrensel bir hikayesi olduğu için de sahnelemede özgürlüğe olanak tanıyor. Bu özgürlük (sevgili) yönetmen(im) Laçin Ceylan’ın ellerinde ince detaylarla dolu, zengin bir oyunun ortaya çıkmasını sağlamış. Metnin kendisi aslında çok basit, sade ve tanıdık… Anlatı boşalan bir eve yeni taşınan bir kiracının daireye yerleşmesi üzerinden kurulmuş. Belli başlı detaylar dışında da sahnelemeye dair fazla bir yönlendirme yok. Bu da oyunun gayet yaratıcı bir şekilde işlenebilmesini ve bir “yönetmen metni” olmasını sağlıyor. Sahnelemedeki detaylar insanoğlunun halihazırda zaten kiracı olarak var olduğu dünyada eşyaya, materyal olana bağımlılığının anlamsızlığını yer yer komik, yer yer sert ifadelerle veriyor. Oya gibi işlenmiş, bol göndermeli sembolik detayların tamamına bu yazıda değinmem mümkün değil. Benim için ne kadar zor olsa da, oyunu henüz izlememiş olanları da düşünerek, mümkün olduğunca kontrollü bir değerlendirme yazmaya çalışacağım.
Oyun, (bence) komedinin çok yakıştığı Selen Uçer’in Kapıcı karakterinin neşeli ve enerjisi yüksek performansı ile açılıyor. Hem çok, hem boş konuşan bu karakterin varlığı, komik bir unsur olarak, oyun boyunca tezat oluşturuyor ve oyunun sert doğasını rahatlatan bir supap görevi görüyor. Sözde uyanık, gayet çıkarcı, oldukça gürültücü bu karakterin yerelleştirilmesi keyifli bir seçim olmuş. Uçer sahnede her belirişinde hem damgasını vuruyor hem de eğlendiriyor. Ayrıca, oyunun en canlı karakterinin yüzeyselliği ve içi boş doğası eleştirilen yalancı hayatın başat temsilcisi olmasını sağlıyor.
Kiracı ve hamalların girmesiyle hikaye, kendi kısıtlı çerçevesi içinde, gelişmeye başlıyor. Elbette absurd bir metin olduğunu göz önünde bulundurarak bir gelişmeden bahsetmek lazım. Samuel Beckett’ınGodot’yu Beklerken oyununu ilk seyreden eleştirmenlerden birinin kullandığı “nothing happens… twice” cümlesi belki ne demek istendiğine paralel bir örnek olabilir. Ama aslında tam da bu yüzden oyun bir yönetmen metni… Hikayeye dalmadan, dağılmadan diğer detaylara bakabilmek ve detaylardaki zenginliği görebilmek müthiş keyifli. Bu açıdan bakıldığında oyun farkındalığı yüksek, aktif bir seyirciye hitap ediyor.
Benim en çok hoşuma giden noktalardan biri, Kapıcı dışındaki bütün karakterlerin yüzlerindeki beyaz makyaj oldu. Absurd ve gerçeklikten uzaklaştıran bu uygulama oyun boyunca ölümün gölgesi olarak var oluyor. Eğer yaşamak, yaşanan hayat buysa ve ölüm varoluşun karşıtlığı ise bu hayat ne kadar yaşanıyor..? Teoriye fazla girmek istemiyorum ama varoluşun diyalektiğindeki, onu tamamlayan, var olmama durumunu ne kadar reddedebiliriz? Ve bu gerçeklik söz konusu olduğu sürece hep daha fazlasına sahip olmak istediğimiz “eşya”nın yeri, değeri ne kadar anlamlı olabilir? Beden en materyal olan ve aynı zamanda en geçici olan gerçeklikse kiracı olmak ya da mal sahibi olmak arasındaki fark ne olabilir? Bütün bu sorgulamalar oyundaki saatlerin kullanımıyla vurgulanmış. İlk iki saati geri gönderen Kiracının, geriye doğru hareket eden saati kabul etmesi imkansız olanın ve bu imkansızlıkta yatan çaresizliğin, saçmalığın ironisi olarak görülebilir.
Özgün metinde de var olan ve sahnelemede önemli bir yer tutan eşyaların taşınmasının koreografisi çok başarılı. İlk taşınan küçük eşyaların belirgin bir şekilde ağır olmaları ve çoğalan, çoğaldıkça hafifleşen kutular için birçok farklı okuma mümkün. Benim en çok dikkatimi çeken göndermelerden biri özellikle “anı” taşıma potansiyeli olan eşyaların, geçmişten gelen yüklerle ağırlaşması üzerinden kurulan modernist obje-hafıza olgusu oldu. Sürekli tekrar eden hareketler ve replikler ise varoluşun anlamsızlığının 1950’lerden beri absurdalametifarikası olarak kabul ediliyor. Metindeki sözel kısıtlılık da bu duygunun oluşmasında önemli bir role sahip.
Söz konusu kısıtlı sözellik olunca elbette performatif öğeler daha da önem kazanıyor. Bu açıdan da bitiyatro’nun uygulamasındaki hamalların pantomime kayan başarılı oyunculukları göz dolduruyor. Eşyaların insan hayatını kontrol altına almasının sembolik ifadesi olarak kendi kendine hareket eden sehpalar, bavullar oyuncuların elinde etkileyici bir görsellik yaratıyor. Ayrıca, İkinci Hamal, ben kendisine Lenny* diyeceğim, Kapıcıdan sonraki diğer bir supap görevi görüyor ve daha keskin, sert çizilen Birinci Hamal ile güzel bir tezat kuruyor. Sanırım oyunun ideolojik anlatısını en net şekilde taşıyan detaylardan biri Hamalların duvarlara astığı hamal resimleri ile Kiracının atalarına saygı duruşu ve küçük bir Atlas heykeliyle kurulan bağlantıdır. Kim kimi, neyi taşıyor? Asıl işi kim yapıyor? İkinci Hamalın bu sorularla çarpışan “su,” yani hayat arayışı belli bir Marxist duruşu belirgin kılıyor. Özgün metinde olmayan iki ayrı karakterin devreye girmesinde ise -bence, naçizane- Laçin Ceylan imzasını görmemek imkansız.
Kapıcı karakteriyle eğlenceli başlayan ve tekrarlarla yaratılan bir çeşit bilinçli ennui ile devam eden oyun sonlara doğru hem hızlanıyor hem de şiddetleniyor. İlk başlarda cinsellik üzerinden ifade bulan marazlı materyalizm gittikçe sertleşiyor. Son sahnede boş tabaktan, olmayan şeyi yerken vahşileşen Kiracı karakteri üzerinden yaratılan tüketim tezahürü belki de oyunun en kritik eleştirel anlarından biri. Kapıcının da devre dışı bırakılmasından sonra gelen sahnelerde oyun seyircinin suratına hiddetle çarpan tokatlar olarak devam ediyor –ki bu da öncesinde sembolik bir öngörü olarak koreografide mevcut. Artık kapitalizmin saklayacak bir şeyi yoktur, onu örten kılıfları yırtarak asıl yüzünü gösterir ve aynada gördüğü kendi yırtıcı yüzünden beslenmektedir. Birey, sistemin yüzü, yansıması ve askeridir. Başka hiç kimseye ihtiyacı yoktur, çünkü kendisi de yoktur. Şapkasıyla birlikte düşünme yetisini de teslim eder. Geriye sadece tüketim ve şiddet kalır. Ardında kalanlar ise -halk, toplum vs.- bu materyal kalabalıkta boğulup gitmeye mahkumdur. Nitekim, seyirci salondan bu baskın duyguyla ve eminim üzerinde çok düşüneceği bir dolu malzemeyle ayrılıyor.
Burada yer veremediğim daha birçok detay, bitiyatro ekibininYeni Kiracı’sının cesur ve başarılı bir oyun olarak gönlümde taht kurmasına yetti de arttı bile. Evet, oyun bir yönetmen oyunu. Çok sevdiğim ve saygı duyduğum Laçin Ceylan, malzemesi esnek bu oyundan müthiş bir performans çıkarmış. bitiyatro ekibinin harika bir uyumla ortaya koyduğu Ionesco’yu önümüzdeki sezon kaçırmayın derim. Büyük ihtimalle ben tekrar izlerim.